Pazartesi, Mart 29, 2010

süzme yoğurt nasıl yenir?

önce işaret parmağı özennle daldırılır
sonra da her yere bulaştırılarak afiyetle yenir, anne sinir edilir!

anneyi üzünce çoook mutsuz olup

annenin gönlü alınır
mutluluktan deliler gibi dans edilir

3,5

hangi insan evladı 95 cm'lik bir velet için koskocaaa 3,5 saatini parkta geçirir? ben ben ben!
peki hangi 95 cm'lik velet bu kadar oyundan sonra bile eve gitmek istemez? ...(hepsi)
üstelik bu kadar oyunun sonunda tiyatroya gideceğimizi bile bile. evet ilk kez tiyatroya gitti kuzu. oyun çirkin ördek yavrusu. nasıl kalabalık, nasıl gürültü. oyun başlayınca ses kesiliverdi, şaşırdım. canavarların hepsi melek kesildi. kuzu heryeri ince ince gözden geçirdi. pürdikkat izledi. çıkalım mı? hayır!
ertesi gün rengi belli oldu;
-anne, ben çocuk tiyatrosu sevmiyorum, kukla tiyatrosu seviyoruum
sen hiç kukla tiyatrosu gördün mü be anacım...

Perşembe, Mart 25, 2010

sabah evden çıkamamamın sebebi çantamı aramam olabilir mi? kapının arkasında olduğunu tahmin etmek pek kolay olmadı da! kim saklamış olabilir acabaaaa

Çarşamba, Mart 24, 2010

fazla kalıbı olan var mı?

anne, flamingo kalıbım yok, alalııım

pazarda gezerlerken kuzunun yaşını soran kadına 4 (nazar değmesin!) diye cevap veren cicianneye lafı yapıştırır;
cicanne! yanlıs söylüyosun! ben iki buçuk yasındayııım!
aferin doğrucu kızım benim!

fatoş harikalar diyarında

film gerçekten mi güzeldi yoksa 1000 yıldır sinemaya gidemediğim için mi beğendim. ne olursa olsun gittim ya, ohhh. kafama göre gezinip girişten patlamış mısır ve kahvemi alıp şöööyle koltuğuma kuruldum ya, ohhh. 3. boyut için gözlüklerimi takıp dünyayla bağlantılarımı kestim ya, ohhh. ve hep olduğu gibi filmin içine girip alice ben, ben alice birbirimize girdik ya, ohhh.

Cuma, Mart 19, 2010

iş çok, vakit yok!

tosbik! filmi arkadaşları da izlemeli!
tabi ki oyun oynanmalı!
tüm jetonlu oyuncaklara da binmek lazım!
ve ayşe bebeğe sımsıkı sarılıp dans etmeli gönlünce
biraz boya yapıp (en çok da surata)
çılgınca hoplayıp zıplamak lazım!
rengarenk bir koltuğa korsan oturtup
gullit olmak da varmış!
tabi herşey oyun değil! iş yapmayı da ihmal etmemeli! çamaşır, bulaşık,,,,
oh be! popo yer buldu nihayet! en sevdiğimize geldi sıra!

Perşembe, Mart 18, 2010

hayat arkadaşı...

(13.03.2010 tarihli Radikal Gazetesinden alınmıştır)


Geçen haftadan beri hayatımın pek bir anlamı yok gibi geliyor. Ne yazılarımı okutacağım birisi, ne sabah güldüğümüz birisi, ne de balkonda kuşları yemlediğimiz birisi var yanımda. Yok yani. İşin en fenası da bu yok oluşun, tam anlamıyla bi yok oluş halinde gerçekleşmesi oldu. Gayet güzel kahvaltı ederken, birlikte Türk kahvesi için tek bir sigarayı ortaklaşa tüttürürken birden akşam oluyor, evde kimseler yok. Çat! Şimdi evde iki kişi kaldık. Kedimiz Tortor da bu vesileyle üzerime kaldı. Yokluk kendisini zamanla hissettiren bir şey. Varken olanı hissetmiyorsunuz, yokken de olmayanı hissediyorsunuz, garip. Kısa sürede çok üzüldüm.

Üzülmemin sebeplerini düşündüm biraz. İnsan çok sevdiği birisini kaybedince (bence) birkaç şeyden dolayı üzülüyor. Ben artık onunla bi şeyler paylaşamayacak olmama üzüldüm. Kumda kendisini temizleyen bir serçe, suyun dibinden giden bi balık sürüsü gördüğümde artık gösterecek kimsem yok. Çok yalnızım. Ama arkadaşlar iyidir, beni yalnız bırakmıyorlar. Yalnız kaldığınız her an bi takım anılar çıt, çıt ya da güm güm şeklinde kafanızın içinde patlayıveriyor. Geceleri uyumak çok zor. İçki de içmediğimden, uyumak için alternatif tıbbın tüm bileşenlerini devreye sokuyorum.

Gözlerimi bilinçli olarak kapatmak istemediğimden yapılabilecek en sıradan şeyi yapı TV’ye bakarken ekran karşısında sızıyorum. Sabah kalkış kısmı daha fena. Uyandıktan sonra yatak keyfi diye bir şey yok. Zaten yatakta keyif yapacak bi şey de yok. Sabahın köründe kargalarla birlikte oturup bok yemeye başlıyorum ben de. Ne yapalım, hiçbir şeyi değiştiremiyoruz ne de olsa. ‘Hayat devam ediyor’ filan diyorlar ama benim için aslında hayat pek devam etmiyor şu sıralar. Neyi devam etsin? Benim için hayat yeniden başlıyor şu anda sanırım. Hem de sıfırdan.

Sevindiğim şeyler de var. Son bir yılı reklam acansındaki işimden ayrılıp evde Nursel’le birlikte geçirmiş olmamız beni en çok rahatlatan şeylerden biri. Ortalama insanlardan çok daha fazla birlikte ve mutluyduk son bir yıl içinde. Evde sabahtan akşama oturup, ağaçlara bulutlara, Tortor’a bakıp gülüyorduk. Çok mutluyduk, gerçekten. Çoğu insanın yaşayamayacağı kadar mutluluk yaşadım son bir senede. Ne yazık ki mutluluk da elektrik gibi bir yere istiflenmesi zor bi duygu. Şimdi o mutluluk anları anı olarak suratıma kapanıyor. Yalnızlığın bir başka karanlık tarafı da ortaya çıkıyor böylece; karşılaşmalar.

Sabahtan akşama çevremdeki birçok şeyde birlikte yaşadığım, eğlendiğim ve mutlu olduğum insanı görüyorum ister istemez. Neyse ki şimdi kendisini Heybeli’ye bıraktık. Bir süre sonra o da adanın bir parçası olacak, Heybeli’ye her gittiğimde belki de enseme konan bir sinek, topraktan çıkan bir çiçek, ağacın tekinde ekşi bi erik ya da peşimden gelen yavru bi kedi olacak. Şimdilik beklemekte yarar var. Hiçbir şey kaybolmuyor, bu da bir gerçek.


Hep çok şanslı olduğumu düşünürdüm. Hâlâ da düşünüyorum galiba. Hep istediğim işi yaptım, beni sıkan protokollere, ıvıra zıvıra bulaşmadım, zora gelmedim, her işim iyi gitti... Ama geçen haftaki bomba biraz fena patladı bende. Şu anda evrensel şans skalasında eksilere düştüm sanırım. Bundan sonrası yukarı çıkış olabilir sadece.

‘Küçük şeylerle mutlu olmayı bilmek lazım’ gibi zırvalar vardır ya, işte biz aynen o laflardaki gibiydik. Küçük ama mutlu bi hayatımız vardı. Dolaptan kestiğim bi parça kaşar peynirine sevinirdi. Susadığı zaman götürdüğüm bi bardak suyun yüzünde yarattığı mutluluğu görmeniz gerekirdi beni anlamanız için. Sabahları sağlıklı olalım diye tek bi aspirini içip “Şimdi mükemmel olduk” diye salak salak sevinirdik. Bahar geldiğinde balkonu çevreleyen ağaçların yaprakları yeşerip her yer yemyeşil olduğunda dünyanın en mutlu ikilisi olurduk. İnsan burnuna Çin yağı sürüp uyuyacak diye sevinir mi? Bazısı seviniyormuş, o da bana denk gelmiş. Şans işi işte.

Bir yandan da birbirimize hiç benzemezdik. Zevklerimiz çok farklıydı ama bana her zaman yeni bir şeyler gösterirdi. İnsan olmayı, çevremi sevmeyi Nursel’den öğreniyordum, daha da alacak çok dersim vardı. Krediler tamamlanmadan kaçtı gitti, bizim krediler de yandı badem oldu. Daha öğrenecek çok şeyim vardı.



Beni hayata bağlayan şeydi kendisi. O gidince iyice saçma sapan bir insan olacağım gibi hissediyorum. Bana kızacak, yaptıklarıma laf edecek ya da beni çekip çevirecek birisi yok şimdi. Dımdızlak kaldım evde, bir de kucağımda Tortor var, mal gibi salonda kanepede oturuyoruz, ağaçların gölgelerine bakıyoruz işte.

Durum böyle olunca hayatın da anlamını görmeye başlıyorum ağırdan. Hayatımızın anlamı anılarımızmış, onu fark ediyorum bi kez daha. Güneş doğuyor, güneş batıyor, haberlerde saçma sapan şeyler, iş yerindeki sıkıntılar, kişisel çekişmeler filan acayip fasa fisoymuş,bi kere daha ayılıyorsunuz. Ama narkozdan hızlı çıkmak da bi kafa yapıyor. Anlamsızlık içinde buluyorum kendimi sık sık. Evinde oturan ve yaşadığı hayatın bomboş olduğunu gören bir emekli gibiyim. Tek farkım çok güzel yaşadım, geçen haftaya kadar da kazasız belasız geldiydik. Naapalım, piyango bu sefer bana çıktı, yarın başkasına çıkacak, sonraki gün de bir başkasına. Çekiliş hep devam edecek.

Bi fotoğraf filan koymak istiyordum ama hiçbir şeye bakamıyorum. Zaten tüm fotoğraflar benim aklımda. Zamanla çıt çıt açılıyorlar. Şimdi onlara bakmak için çok erken.
Karşılaşmalar, eşyalar ve yerler en fenası. Ama her şey ilk seferinde çok acıtıyor insanın içini. Aynı yerden ikinci geçişinizde sadece içinizde bi sıcaklık kalıyor. Bakalım ne olacak? Hayatımın en büyük darbesinden sonra ne kadar sıcak beni kurtaracak bilemiyorum. Yalnızlık sıcak bi şey değil, onu çok iyi biliyorum.

Geçen hafta tam da şu satırları yazdığım sırada yanımdan gitti, artık yok. Yani var ama, yok. Üzücü ama gerçek, ne yapalım?


Şimdi arkadaşlarla daha fazla zaman geçirilecek, onlarla da güzel anlar paylaşılacak, mutlu yaşamaya devam edilecek. Mutlu olmaktan başka yapacak bir şey yok. Yani var ama, yok.

Kaan Sezyum
ben de saklamak istedim. enne, teşekkürler...

Salı, Mart 16, 2010

kıkırdak

kitap kurdu yine sayfaları hatmederken şebeklikten de geri kalmadı
ve sanki onun doğumgünüymüş gibi pastaya el koydu
tabi ki el koymakla kalmadı! tüm vücut çalıştı!
zevkten dört köşe vaziyette
kıkır kıkır kıkırdayarak pastanın tadına vardı.koptuk!

Pazartesi, Mart 15, 2010

geçen hafta










işte biz taa geçen hafta sonu buralardaydık. çok tembelim çoook. cumartesi deniz fındığıyla birlikteydik. kuzu da bir afra bir tafra. kendinden küçüklere bakmaz olmuş da haberim yok. bir zamanlar kendisi de aynı durumdaydı, büyükler ona bakmazdı, sarılıp dururdu. intikam alıyor besbelli. bu fındıktan da intikam alınır mı ya?
pazarsa klasik yerimizde sıcak çikolatalı tart ve en güzelinden latte. değmeyin keyfimize...

Cuma, Mart 12, 2010

İYİ Kİ




dünüm, bugünüm, yarınım. öteki yarım. bugün İYİ Kİ olmuş ve İYİ Kİ tanrım yollarımızı kesiştirmiş. İYİ Kİ o güzelim temmuz akşamı karşıma çıktın. İYİ Kİ o güzelim mavilere tutuldum ben. hala yüreğimdeki kuşları göklere çıkaran adam, aşkım, dostum, sırdaşım, kocam. umarım hep yanımda olursun. birlikte geçirdiğimiz her güne gülümseyerek bakıyorum ve birlikte geçireceğimiz her yeni gün de mutlu edecek beni biliyorum. huysuz bir ihtiyar olduğumda da beni bu kadar çok sever misin? ben... :)


Pazartesi, Mart 08, 2010

haftanın sonuuu

-çok acıyor parmağııım
-ne oldu annecik? bakalım. hımm derisi kalkmış, geçer şimdi.
-otursun derisi yerine! oturmadı, acıyoooo
annesine çook kızan kuzu gözlerini kocaman açarak annesine doğru dik dik bakar;
-bak gözlerime, bak, kızıyorum sana
nerden öğreniyor bilmiyorum ki :p

Cuma, Mart 05, 2010

peri oldum, liliperi

liliperi

bir ampul resmi bulup koysaydım kendi fotoğrafıma bu olayı tam anlatırdı. arkasına birşey takmış, ben arı oldum dediğinde işte o ampul yandı, kaç vat bilmiyorum, yüksek olduğu kesin. kanatlar var, mor tüllü eteğini giydiririm, mor taç da var, iyi de sihirli değnek? evreka! oklava! kurdele! ucuna? yıldız pasta kalıbı, hımmm. gözlerle yanaklara biraz mor far. tamamdır!



periler nasıl ses çıkarır?
periler hayvan mı?
eee, ben, şeyyy

bütün akşam uçtu, koştu. elindeki değnekle "abradakabra, pokus pokus"
elinden gelse onlarla yatardı.
hatta dişlerini bile kostümle fırçaladı. bööyle dişlerini gösterip sırıtması ondan. bir de hemen sorar;
-dislerim nasıl görünüyor? güzel kokuyor mu?
karşısında sırıtıp dişlerini gösteren babasını, "sen dislerini fığçalamadın, hiç güzel görünmüyor" diyerek morarttı hanımefendi. napalım o da fığçalasaymış!