Cumartesi, Nisan 16, 2011

dertliyim, ruhuma hicranımı sardım da yine...

sanki yabancılaştık be blog.elim gitmiyor, gitse de uyarı müsaade etmiyor. genelde parçalı bulutlu, arada yasak kalkıyor ama kayıt yok, bir bakıyorsun kırmızılar karşılıyor seni aynı gün içinde, gel de delirme!  
neyse! söyleyecek öyle çok söz, yazacak o kadar çok şey var ki, toparlayabileceğimi sanmıyorum. 
sadece bilinsin ki, ben bu kuzuyla BAŞ-E-DE-Mİ-YO-RUUUM... 

istediği birşeyin olmadığı herhangi bir zamandan söz ediyorum, alelade bir günden;
- siz benim sözümü dinlemiyorsunuz! (kaşlar olabilecek en alt seviyede, bakışlar anlatılmaz)
-saçmalama eylül, asıl sen söz dinlemiyorsun!
- BAKIN, buradan giderim, bir daha da gelmem! odama da kimse gelmesin! 
postasını koyup, bulaşık makinesine bir tekme atarak odasına doğru ilerler...

gülme komşuna gelir başına dersem caydırıcı olur sanırım!

birlikte alışveriş yaptığım, gezmenin suyunu çıkarttığım kuzum bugün yurt dışındaydı sanırım ki bendeki birebir zıttıydı. ne hayallerle bakırköy yollarına çıkmıştım oysa, sabahın kör vakitlerinde. evimde onca iş, alışveriş bekleyen buzdolabı, aç tencereler, buruşuk kıyafetler dururken hem de. güneş de var ya tepede, sokaklarda cirit atarız, onu giyer bunu çıkarırız. oldu, gözlerim doldu esprisi cuk oturdu sanırım.normalde aramızdaki sessiz sözleşmeye göre biraz onun biraz benim gönlümü hoş edecek şeyleri yapar, günü harika bir kıvamda bitirirdik. anormal olan uyumlu kuzunun habersizce seyahate çıkması dedim ya, haberim olsa vallahi de billahi de denemezdim. ilk zamanlarda herşey normal gibiydi, biraz gezme, biraz eğlenme. sonra içindeki canavar hortlayıverdi. nerenin kapısına gitsek, eller göğüste kavuşmuş, kaşlar çatık, "ben sana küstüm! seninle bir daha gezmeye gelmeyeceğim" hadi ya!!! elimi tutmaz, posta koyar, allahım bu benim kuzum mu? çeşitli eğlencelerle ortamı yumuşatan ben, arada rüşveti de unutmuyorum. oyuncakçıdan bir de minnie alıyorum hanıma. çok da seçici, daha büyüğünü istemiyormuş, onun başındaki fiyonk daha küçükmüş ve puantiyesi de yokmuş, beğenmemiş. ahhh neler denir de sana, cık cık cık...
ben bakırköy sokaklarında gezemeden, en sevdiğim pasajları didik didik edemeden  tıpış tıpış dönüş yoluna. dönerken florya'da parkı görünce dayanamadım yine, oynasın biraz, gerginliği de gider belki ajda hanımın diyerek giriverdik parka. güzel de vakit geçirdik, çok mutlu oldu. eve gitmeden uğramam gerek markete, anlaştım hanımla, hemen girip çıkarız. olur dedi...
amanın ne oluru, geldiler mi yine bizimkine. en son mağazanın kapısının önünde, bir adamla kadının önünde yüzüstü yattığıdır beynimdeki kare. nasıl da çığrından çıkar insan. sinirle neler yapılabileceğini bir kez daha anlar bu yürek. yine tutar kendini zavallı sinirler, oysa şöyle en burgulusundan bir çimdik yada bir şaplak tam yerinde gibi görünür göze. sabır sabır sabır... eve kadar ağlama, en salyalı ve de sümüklüsünden, bolca özür etme (özür ederim der hep sersem) şişip şişip patlayan bir kafa. bir de demez mi "günümüz kötü mü oldu şimdi".  eve gelindiği gibi banyoya atılan pis kız. ama ona ödül gibi, oyuncaklarıyla mis gibi. 
bitmedi! ohhh öpüşüp seviştik, buz devrini izledik, bol bol kıkırdadık. koyun russell'daki frankie var ya hani, kurbağa canım, kuzunun frankie'sini atınca yere vraklıyor. artık ben ne zaman o haltı yemişsem, vraklayınca "napıyorsun frankie delirdin mi?" diye bir cümle sarfetmişim. bu kez attığında camelot dizisini -sanki takip edecekmişim gibi- izlemeye çalışan ben hiçbir şey söylemeyince yine fırtladı canavarlar. anne söyle, hayır söylemiyorum ağladığın için, anne söyleeee, hayır....tartışmaların sonunda ne dese beğenirsin;
-artık bu evde yaşayamam! senden çok sıkıldım! 
............................................................

bu asilik monttan mı acep. çıkarıp atsam döner mi kuzum?