Pazartesi, Eylül 23, 2013

ve dağlar çok da yankılanamadı..

   şimdiii, çok fazla beklentiyle, deli gibi heyecanlanarak alınmış, kapağına, arkadaki tanıtımına ölünmüş bir kitap. daha önce iki kitabına hayran olunmuş, beni perişan etmiş muhteşem bir yazar.
 
  çok etkileyici başladı, yine anlatım şahane, betimlemeler hayran kalınacak cinsten. ama ilk etapta dikkat çeken - çeviriden olduğunu sanıyorum- cümlelerde zaman sorunu. geniş zamanda anlatırken geçmiş zamana geçmiş örneğin. başlarda, anlattığı masalda dikkatimi çekti fakat masal anlatıldığı için kasıtlı yapmış olabileceğini düşündüm. ileride de pek çok kez karşılaşınca şaşırdım doğrusu.

   çok iyi bir başlangıç, içimi acıtmaya başladı, şimdi ne olacak da bizi nerelerde şaşırtacak, yüreğime nasıl bir kazık saplanacak. abdullah, peri, sabır, masume, pervane, nebi derken hikaye birden dağılıyor; yan karakterlerin hayatlarına, ki bence çok azı gerekliydi, fazlasıyla değinmiş, konudan acayip sapmış. idris, ikbal ve oğlu, markos, bunların hepsi kendi hikayeleriyle bambaşka bir romanın kahramanı olabilirlerdi bence. onlarla kıssadan hisseler yapmış sanki. oysa sadece hikayeden uzaklaştırdılar beni.

    peri'nin hayatında şoklardaydım. detaylara gömülürken birden jet hızıyla ve yine gereksiz ayrıntılarla peri torun torba sahibi oldu. yurtdışındayken kızının hasta olduğu bir bölüm var mesela, ben hala anlamadım neden yazmış. daha çok şey yazmamak lazım sanırım okumayanlar için, tamam durdum.
 
   böyle eleştiriler yazarken içim sızlıyor, yazara konduramıyorum, yine de diyorum okuttu kendini, kötü diyemem. ama kıyaslanamaz "uçurtma avcısı" ile, yanından geçemez "bin muhteşem güneş"imin.
 
 yüreğime dokunan yerler boldu yine de, birkaçı ;

-ben küçük bir kızken, babamla her gece yinelenen bir adetimiz vardı. ben yirmi bir kez besmele çektikten, o da üzerimi örttükten sonra yanıma oturur, baş ve işaret parmaklarıyla kafamdaki kötü rüyaları kopartırdı. parmakları alnımdan şakaklarıma zıplar, kulaklarımın arkasını, ensemi sabırla araştırır, beynimden çekip aldığı her kabusta ağzından pof diye bir ses çıkartırdı, bir şişenin mantarını açıyormuş gibi. sonra rüyaları teker teker kucağındaki görünmez çuvala doldurur, ipini sıkıca çekip çuvalın ağzını büzerdi. ardından da, ayıkladıklarının yerine koyacağı güzel, mutlu rüyaları bulmak üzere havayı taramaya koyulurdu. uzaklardan gelen bir müziği duymaya çalışırcasına başını hafifçe yana eğip kaşlarını çatışını, gözleriyle sağı solu yoklayışını izlerdim. soluğumu tutar, babamın yüzünün bir tebessümle açılacağı anı beklerdim; şarkı söylercesine, işte bir tane, diyerek ellerini birleştirip avuçlarını açacağı, rüyanın ağaçtan döne kıvrıla düşen yaprak misali avucuna konmasına izin vereceği anı. sonra ellerini yavaşça, usul usul (babam hayattaki bütün güzel şeylerin narin olduğunu, bir anda uçup gidebileceğini söylerdi ) yüzüme götürür, avucuyla alnımı ovalar ve mutluluğu kafama güzelce yedirirdi.

-ancak bunu bilmek, köklerini tanımak öyle önemli ki. varoluşunun nerede başladığını bilmek. bilmediği zaman, yaşamı insana gerçek dışı geliyor. bir bilmece gibi. sanki bir öykünün başını kaçırmışsın da şimdi ortasındasın ve anlamaya çalışıyorsun gibi.

-oysa zaman cazibe gibi. asla senin sandığın kadarına sahip değilsindir.